Süryani Felsefe'sine dair
İSLAM
FELSEFESİNİN KAYNAKLARINDAN BİRİ OLARAK HARRAN AKADEMİSİ VE SÜRYANİ FELSEFESİ
Dr. Nesim DORU
İslam Felsefecisi
Harran, Urfa ve Rasül-Ayn (Ceylanpınar) arasında
kurulu eski bir yerleşim yeridir. İskender’in doğu seferi sırasında
Yunanistanlı bir çok bilgin Harran’a yerleşti. Yunanistan ve Makedonya asıllı
insanların Harran’a yerleşmeleri ve gök cisimlerini tanrılar olarak görmeleri,
zamanla buranın “Pagan Kent” olarak kayıtlara geçmesine neden
olmuştur. Aslında Paganus sözcüğü çiftçi anlamına gelmekte
olup, zamanla Hıristiyan olmayıp eski (putperest) dinlerinde kalanlar için
kullanılmıştır.[2] Tarihte
“Harranlıların dini” olarak bilinen inanç, aslında Yunanistan kökenli
insanların getirdiği Pisagoryen öğretiler ile Kildaniler´in [gökbilimcilerin]
Babilistan’dan arta kalan inançlarının karışımı olan bir dindir. Zira, Pisagor
ve ardılları komünal bir topluluk oluşturmuş, kendilerine özgü ritüeller ve
giysiler icad etmiş ve tapınaklar inşa etmişlerdir. Bunun bir benzerine de
Harran’da yerleşmiş olan halk sahipti.[3]
Harranlılar, ruhun göçmesi inancına inanıyorlar ya da
ruhun bedenden ayrıldıktan sonra yıldızlar dünyasında kaldığına inanıyorlardı.
Onlara göre iki dünya vardır: a) Gökler dünyası ve b) Ay küresinin altındaki
dünya. Yer küresi, gök, güneş ve yıldızlar yaratılmamış olup, ezelidirler.
Harranlılar peygamberlere de inanmıyorlardı. Onların peygamberleri, filozoflar
ve bilginlerdi.[4] Görüldüğü
gibi doğu ve batı kültür ve inançlarının karışımı bir din olan Harranlılar´ın
dini eklektik bir yapıya sahiptir.
Hıristiyanlığın ilk
yüzyılında Harran’da Yunanlılar, Kildaniler ve Araplar oturuyordu.[5] Hıristiyanlık
güçlenip Doğu Roma devletinin resmi dini haline geldiğinde Hıristiyanlar,
Harranlılar´ın Hıristiyan olmalarını istedi ancak başarılı olamadılar. Bu
nedenle Harran’a “Helenopolis” adını verdiler. Harran, yeni dini kabul etmek
istemeyen Yunanlılar´ın ve diğer karşıtların merkezi haline geldi. Bu din
bağlıları, İslam güçleri bölgeyi ele geçirdikten sonra, Halife Me’mun zamanında
öldürülmekten kurtulmak için kendilerine “Sabiiler” adını
verdiler[6]
Bölgenin Müslümanlar
tarafından ele geçirilmesinden sonra, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Harranlılar
ve Bardaysan’ın ardılları arasında yazgı ve özgür irade ile ilgili
tanrıbilimsel ve felsefi tartışmalar meydana gelmiştir. Hıristiyanlar ve
Bardaysan’ın ardıllarına göre, insan özgürdür ve etkinliklerinde de yine
özgürdür. Bu düşünce o dönemde gelişmekte olan Mutezile bilginlerini etkilemiş
gibi görünmektedir. Diğer tarafın görüşüne yani Harranlılara göre ise, meydana
gelen her şey, Allah’ın takdir etmesi ve gök cisimleri tarafından yönetilen
yazgı ile meydana gelir. İnsan etkinliklerinde özgür değildir. Bu düşünce de
İslam düşüncesinde o dönem varlığını sürdüren Cebriye mezhebini ve Emevi
halifelerinin desteklediği düşünceleri etkilemişe benzemektedir.[7]
Harranlılar Süryanice
konuşuyorlardı. Yıldızların ruh sahibi olduğu ve tanrı ile insan arasında aracı
olduğu inancına sahiptiler. Bu nedenle yıldızlar için törenler ve heykeller meydana
getirmiş, yıldızlara insan ve hayvanları kurbanlar olarak sunmuşlardır.
Harranlılar´ın inşa ettiği heykeller, belirli geometrik ölçülerle yapılıyordu.
Bu nedenle astronomi ve geometride çok önemli çalışmalar yapmışlardır.
Harran’da kurulan
akademi, İskenderiye’den Antakya’ya göç eden akademinin bir devamı idi.[8] Bu
akademiyi Antakya’dan Harran’a taşıyan biri Harranlı diğeri Mervli olan iki
bilgindi.[9] Bu
akademide yetişmiş önemli filozoflar şunlardır: Teodor Ebu-Qurra, Yakubi
ruhbanlardan Teodosiyos Romanos (öl. 896), İslam düşünürlerinden Farabi’ye de
hocalık yapan ünlü Hıristiyan tanrıbilimcisi Yuhanna Bar-Haylan (860-920) ve en
önemlisi de daha sonra Bağdat’a taşınacak akademide bir çok önemli çeviri
etkinliğine katkıda bulunan ve bir çok önemli felsefi eser bırakan Sabii
kökenli Sabit Bar-Qurra (821-901) ve onun oğlu Sinan Bar-Sabit Qurra’dır. Bu
bilginlere az sonra değineceğiz ama öncelikle akademinin eğitimi hakkında
kısaca bilgi vermek yerinde olur kanısındayım.
Akademide öğrenci üç aşamalı bir eğitimden
geçirilirdi. Birinci aşamada çocuk küçük yaşta okula alınır, gizemler bilgisine
sahip olsun diye belli bir eğitim programından geçirilirdi. İlk olarak
Süryanice, Yunanca ve Arapça dillerine sahip olmaları sağlanırdı. İkinci
aşamada edebiyat dersleri ile beraber Matematik, Astronomi ve Müzik dersleri
verilirdi. Matematik dersinin amacı, ileride felsefe ve ileri düzeyde astronomi
dersleri ile tanışacak öğrencinin zihni etkinliğini geliştirmektir.
Bu aşamanın sonunda öğrenci, Yunanca ve Süryanice’den
Arapça’ya kolaylıkla çeviri yapabilme düzeyine geliyor ve Euklides, Batlamyus
gibi bilginlerin eserlerini anlayacak düzeye ulaşıyordu. Üçüncü aşama ise,
yüksek öğrenimin karşılığıydı. Bu aşamada öğrenci Felsefe, Tıp ve Matematik
dersleri alırdı. Yine bu aşamada öğrenci artık yavaş yavaş küçük bilimsel
eserler yazmaya başlıyordu. Yapıt basımı ve cilt işi de bu aşamada öğrenilirdi.[10] Bu
akademi tıpkı Platon’un Atina Akademisinde olduğu gibi kapısında “kendini
bilen tanrısını bilir” ifadesi yazılıydı. Bu akademi
yaklaşık olarak yarım yüzyıl etkinlik gösterdikten sonra Bağdat’a
aktarılmıştır.[11]
Şimdi bu akademide önemli çalışmalar yapmış bu filozoflardan
Teodor Ebu-Qurra ile Sabit Bar-Qurra hakkında bilgi vermeye çalışacağız.
Teodor Ebu Qurra (755-829)
8.yüzyılda yaşayan ve
Süryani bilim tarihi açısından önem taşıyan Ebu-Qurra, Arapça’ya mantıkta ilk
bilimsel çevirileri yapmakla tanınsa da bu durum açık değildir. Bazı
kaynaklarda Aristo’ya ait I. Analitikleri çevirdiği söylense de şimdiye kadar
bu görüşü destekleyen somut bir kanıt ortaya çıkarılmış değildir. Ebu-Qurra’yı
önemli kılan şey, onun dini inançları rasyonel bir bakış açısıyla yorumlamaya
çalışmasıdır. Süryanice, Arapça ve Yunanca bilen Ebu Qurra ile yaşadığı dönemde
hakim kültür Mutezile düşüncesi arasında etkileşim meydana gelmiştir.
Saydığımız bu üç dilde eserler bırakmıştır. Ona atfedilen bir eserde bir
Müslüman ve Hıristiyan arasında geçen irade özgürlüğü ile ilgili tarışmalar
konu edinmiştir.[12] Bu
da gösteriyor ki, o dönemde Müslümanlar arasında yapılan tanrıbilimsel ve
felsefi tartışmalarda Süryaniler´in rolü açıktır.
Süryanice dilinde kaleme aldığı “Mesih’in
Ölümü Hakkında” eseri onun heretik unsurlara karşı yazdığı bir tepki
niteliğindedir. Yunanca olarak da başta Teslis inancı olmak üzere,
irade sorunu ve o dönem Mutezile bilginlerinin tartıştığı Söz’ün (kelam-logos)
yaratılması sorunlarıyla ilgili eserler yazan filozofumuz felsefi kavramlar ve
tanımları ile ilgili bir eser de yazmıştır. Yine bu dilde Tanrı’ın varlığını
akli ve analitik yollarla kanıtlayan bir eser daha yazmıştır. Arapça
kaleme aldığı eserleri ise daha geniş ve kapsamlıdır. Onlardan bir bölümünü
buraya alıntılamak istiyoruz:
1. Yaratıcının
Varlığı ve Gerçek Din Hakkında
2. Tevhid
ve Teslis Üzerine Görüşler
3. Tanrı’yı
Bilmenin Yolu ve Oğul’un Ezeliliği Hakkında
4. Enkernasyon
Düşüncesini İnkar Edenlerin Görüşlerini Çürütme.
5. Allah’ın
Kelamının Yaratılmış Olduğunu Söyleyenler Üzerine Tepki
6. İkonlara
Tapınma Üzerine
7. Hıristiyanlığın
Gerçek Din Olduğu Hakkında[13]
Teodor Ebu Qurra, Yaratıcının
Varlığı ve Gerçek Din Hakkında adlı eserinde Tanrı’nın varlığının
delillerinden bahseder. Bu eserinde rasyonel bir yaklaşım sergileyen
düşünürümüz, daha sonra İslam dünyasında bu konuda ileri sürülen delillere
ilham kaynağı olmuştur. Filozofumuza göre akıl, evvela somut nesneleri tek tek
algılar, olaylar arasında bağlar kurularak aynı türden tüm nesnelere doğru
giderek sonuçlama yapılır. Örneğin palamut ağacının dört unsurdan (hava,
toprak, su ve ateş) meydana geldiği bilindikten sonra bu durumun bütün ağaçlar
için hatta tüm canlı varlıklar için söz konusu olduğu sonucu çıkarılır.[14] Bu,
tümevarım yöntemidir. İslam filozoflarından Kindi ve İbn Sina da benzer
düşüncelerle bilgi görüşlerini açıklamışlardır.
Ancak, Ebu Qurra’ya göre,
akıl duyularla algılanamayan fizik sahasının dışında kalan metafizik nesneleri
de tasarımlayabilir. Bu, görünen ve bilinen nesnelerden müşahede edilmeyen
soyut sonuçlamaların yapılmasıdır ki, İslam felsefesinin en temel
argümanlarından birisidir. Örneğin bir nehirde yüzen çok sayıda tomruk gören
birinin bu tomrukların kendi başına iradi bir biçimde yüzmediklerini aksine
bunu yapanın daha kuvvetli bir güc ve aynı zamanda hikmetle hareket eden bir
sanatkâr olduğunu bilir. Madem gözle ve diğer duyu organları ile müşahede
edilemeyen bir nesnenin bilinmesi olasıdır o halde en mükemmel varlık olan
yaratıcının da bilinmesi olasıdır.[15]
Filozofun bu meselede
kullandığı diğer bir kanıt da şudur: Tabiatta her nesnenin aslı üzere kalmayıp
değiştiği ve başkalaştığı görülmektedir. Bunu yapan, tabiattan daha kuvvetli
bir varlıktır. Tabiatları gereği birbirinden farklı unsurların bir arada olması
da üstün bir varlığın olmasını gerektirir. Su ve toprak, tabiatları gereği
aşağıya doğru seyreden varlıklardır. Ama ateş ve hava ise tam tersi yöne doğru
çıkış sergileyen varlıklardır. Bunları orta bir yerde buluşturan üstün bir
kuvvet vardır. Üstelik bu unsurlar birbirine zıt unsurlardır. Zıtları bir araya
getiren yine üstün bir varlıktır.[16]
Ebu Qurra bu eserinde
Tanrı’nın sıfatlarından da bahseder. Ona göre Tanrı, dört unsurdan sayısız
varlıkları meydana getirmiştir. O halde Tanrı, hikmet sahibi bir varlıktır. Bu
varlıkların hepsi insan için yaratıldığına göre bu güç, aynı zamanda feyyazdır
da. Mutlak iyiliktir ve üstün bir varlıktır. Kötülükleri ve bunu işleyenleri
hemen yok etmeyip onlara mühlet vermesi de merhametli, halim ve sabır sahibi
olduğunu gösterir. Bu dünyadan başlarına hiçbir musibet gelmeden gidenlerin ve
eziyet ve cefa çeken salih insanların ve bu dünyadan rahat yüzü görmeden
ayrılmaları da onun adaletinin bir tecellisidir. Ölümden sonra bunun
gerçekleşeceği inancı onun adaletini ifade eder. Tanrı, dışındaki varlıkların
hepsine muhalif olarak ezelidir. Tabiattaki unsurlar, değişme ve dönüşme kabul
ettiğinden ezeli olamazlar. Tanrı, yaratıcı sıfatıyla ezelidir. İnsan zihni
zorunlu olarak kendisi yaratılmamış tek bir yaratıcıya gitmek durumundadır.
Aksi takdirde kısırdöngü meydana gelir.
Ebu Qurra’nın bu
görüşleri İslam felsefesinin ortaya çıkması arefesinde mutezile kelamcıları
üzerinde etkili olmuştur. Onun kullandığı argümanların benzerleri daha sona
İslam filozofları tarafından da kullanılacaktır.
Şimdi de bu akademide
yetişmiş başka bir ilim alamı olan Sabit b. Qurra’ya geçmek istiyoruz.
Sabit
Bar-Qurra (821-901)
821 yılında doğan Sabit, bu okulun yetiştirdiği en
büyük filozoflardan biri olmakla kalmayıp, İslam Felsefesinin kaynaklarından
biri olan çeviri sanatında en önemli çalışmaları yapmış bir filozoftur.
Harran Akademisindeki felsefi eserlerin çoğu Yunanca
ve Süryanice dillerinde yazılıydı. Sabit, bu iki dili de çok iyi derecede
bildiği için kısa zamanda Pisagor, Platon, Aristo, Proklus ve diğer Yunan
filozofların eserlerine vakıf oldu. Sonraki yıllarda Rakka’ya gitmek durumunda
kalan Sabit, burada Hıristiyan, Yahudi ve Sabiiler için felsefe ve tıp alanında
çalışmalar yürütecek bir akademi açtı. Bu akademide Battanili Muhammed b. Cabir
b. Sinan, İbrahim b. Zehrun, oğulları İbrahim ve Sinan Bar-Sabit Qurra gibi
bilginler yetişti. Yahudi Bar-Ebi Sena ile Hıristiyan ‘Useybi Bar-İsa da Sabit’in
elinde yetişmiş bilginlerdir.[17] Daha
sonra Bağdat’a taşınacak olan Sabit, burada da Huneyn Bar-İshak ile birlikte
çeviri etkinliklerine katılacak ve İslam felsefesinin kaynakları olan Yunan
felsefi eserleri Müslümanlara kazandıracaktır.
Abbasiler döneminde özellikle Matematik ve Astronomi
alanlarında büyük bir üne kavuşmuş Harranlı ailesinin atası olan Sabit,
yaşadığı dönemde kendisiyle tıp, astronomi ve felsefe alanında boy
ölçülemeyecek nadir insanlardandır.[18]
Sabit Bar-Qurra, 15’i Süryanice toplam 165 eser
bırakmıştır. Bu eserlerin çoğu tıp bilimi ile ilgili eserlerdir. Felsefe ile
ilgili yazdığı eserlerin yanısıra Matematik, Astronomi, Fizik, Müzik gibi
alanlarda da eserler vermiştir. Aristoteles’in Organon eseri
üzerine çalışmış, Platon’un Cumhuriyet adlı eserindeki
sembollerin açıklaması ile ilgili ayrıca bir çalışma yapmıştır.
Aristoteles’in Fizik eserinin I. yapıtını da açıklayan
Sabit, Peri-Hermeneias’ı ve Kategoriler’i çevirmiş ve
daha bir çok felsefi çalışmaya imza atmıştır.[19]
Burada Sabit Bar-Qurra’nın çeviri sanatı hakkında
biraz bilgi vermemiz yerinde olur düşüncesindeyim. Sabit, daha önce Antakya
akademisinde tecrübe edilen literal anlamlandırma yöntemine egemen biri olarak,
İskenderiye akademisinin metaforik ve allegorik anlamlandırmaya dayanan çeviri
yöntemi yerine, harfi yani literal dediğimiz açık ve ilk anlaşılan anlama
dayanan yöntemi benimsemiştir.[20]
Sabit Bar-Qurra, Ebu Musa İsa Bar-Useybi’nin kendisine
sorduğu sorulara karşılık olarak verdiği yanıtları topladığı risalede, bir çok
felsefe ve mantık sorununu da ele almıştır. Ona göre, Tanrı, bilfiil tüm
fiilleri, bütün özellikleri ile birlikte bilir. Aynı biçimde tikelleri de
bilir. Qurra’ya göre, semboller ve sayılar gibi sonsuz türleri de bütün yönleri
ile bilen Tanrı, cevher olduğundan ve cevherler de değişmeyeceği ve karşıtları
kabul etmeyeceği için, eşyayı zamanda değil tümel olarak ezelde bilmiştir. Her
ne kadar değişen subje değil objedir denilse de ona göre, bir şeyin oluşu ve
bir şeyin olduğu ayrıdır. Birincisi bir zamana işaret etmezken
diğeri bir zamanda olduğunu gösterir. Tanrı ise ikincisi ile nitelenemez.[21] Bu
görüşlerin aynısı daha sonra Farabi ve İbn Sina tarafından savunulacak ve
Ğazali’nin bu sorundan dolayı İslam filozoflarını sert bir biçimde
eleştirmesine neden olacaktır.
Sabit Bar-Qurra, bir çok konuda İslam filozoflarını
etkilemiş ve ilgilerini çekmiştir. Örneğin, “her cisim yer kaplar” biçimindeki
kabul edilen görüşün tersine düşünceler taşıyan Sabit’in, evrende birbiri ile
yarışan iki çekim merkezinin olduğunu, yer ve gökteki her cismin hatta bağımsız
varlıkların bile elementleri arasında bu çekim gücünün egemen olduğunu iddia
etmesi İslam filozoflarının tepkisine yol açmıştır. Başta İbn Sina olmak üzere,
Fahreddin Razi ve Adud ud-Din el-İci gibi İslam filozof ve kelamcılarının
tepkisine yol açmış ve Sabit’e karşı argümanlar sunmuşlardır.[22]
Sabit Bar-Qurra, İslam felsefesinde özellikle Ebu
Bekir Zekeriya Razi ve İhvan-ı Safa gibi İslam filozoflarının üzerinde de
etkili olmuştur.[23]
Harran akademisinde son olarak Sabit Bar-Qurra’nın
oğlu Sinan Bar-Sabit’ten sözetmek istiyoruz. Babası Sabit’ten tıp eğitimi alan
Sinan, daha sonra Bağdat’a gelerek halife Muktedir Billah’ın korumasına girmiş
ve Müslüman olmuştur. Süryani Krallarının Tarihi, Eşit Olma, Yıldızlar
Risalesi, Sultanlık ve Kardeşlik Risalesi, Sabiiler Hakkında gibi
eserler yazan Sinan, Sabiiler´in dualarını da Arapça’ya çevirdi. Onun bugüne
ulaşan eserlerinden “Siyaset un-Nüfus” adlı eseri, anahatları
ile, insanın gizli bilimleri bilmesiyle ilgili sorunlar, ölüm ve ölümden
sonraki yaşam, öbür dünya inancı ve insani nefislerin niteliği ile ilgili
sorunları ele alır.[24]
İslam Felsefesinde Maşrıki ve Mağrıbi Ayırımı ve Bunun
Süryani Kökenleri
Bilindiği gibi İslam felsefesinde Maşrıki
ve Mağrıbi ayırımı tam olarak ilk defa İbn-Sina’ya atfedilir. İbn Tufayl,
Fahreddin Razi ve İbn Rüşd buna tanıklık etmektedir. Zira İbn-Sina, “Mantık
ul-Maşrıkiyyin” ve “el-Hikmet ul-Maşrıkiyyin” adı ile iki eser
yazmış ve eserlerinde Maşrıki Hikmet [Doğulu Bilgelik] değimini
kullanmıştır. İbn Rüşd’e göre İbn Sina, felsefi düşüncelerini doğu halklarının
inançlarından ve özellikle yıldızların ve gök cisimlerin tanrılar olduğunu
söyleyen halklardan aldığını söylemektedir.[25] Bazı
doğubilimciler de “Maşrıkiyye” tanımının doğu halklarının
düşüncelerini tanımlayan Şarkiyye tanımından alındığını söylemektedirler.
İbn Sina “Mubahasat” adlı eserinde
şöyle der: “Kitabu’l-İnsaf adı ile bir eser yazdım. Orada bilginleri maşrıki
ve mağrıbi olmak üzere ikiye ayırdım. Onların görüşlerini karşılaştırdım ve
bunu el-İnsaf adlı eserimin girişi yaptım. Bu eser 28000 meseleyi kapsıyordu.
Bağdatlıların zaafiyetlerini, eksikliklerini ve cehaletini kapsıyordu. Lakin
vakit darlığından şimdi İskender, Themistius, Yahya en-Nahvi ve benzerlerinin
ele aldığı kadar bu meselelerle uğraşıyorum.”[26]
Bu eseri neşreden Abdurrahman Bedevi’ye göre, İbn Sina
terminolojisinde Maşrıkiler onun çağdaşı Bağdatlı Meşşailerdir. Mağrıbiler
ise, İskender, Temistiyus ve Yahya en-Nahvi’dır.[27] Çağdaş
İbn Rüşd’çülerden Muhammed Abid Cabiri’ye göre ise, Maşrıkiler Harran
akademisinden etkilenen Belhi (öl. 3213 h), Amiri (öl. 381 h) ve İbn Sina gibi
İslam filozoflarıdır. Mağrıbiler ise, Ebu Bışır Matta, Yahya Bar-‘Adi ve
Sicistani gibi Meşşai ve Süryani kökenli filozoflardır. Cabiri’ye göre,
Maşrıkilerin felsefi düşüncelerinin temelinde Harran akademisinde yetişmiş,
ezoterik bilimlerde uzmanlaşmış ve gök cisimlerinin tanrılığını iddia eden
Sabiiler, Pers ulusçuluğu ve Uzakdoğu´nun mistik inançları vardır. [28]
İslam filozoflarından
Fahreddin Razi de “el-Mebahis ul-Maşrıkiyye” adı ile bir
felsefe külliyatı yazmıştır. Fahreddin Razi ve Felsefi-Kelami Görüşleri adı
ile bir çalışma yapmış çağdaş ilim adamlarından Muhammed Salih Zerkan,
Fahreddin Razi’nin bu tanımı nereden aldığı hakkında tam bilgilerinin
olmadığını olasılıkla Razi, Hindistan veya Afganistan’da iken bu eseri yazmış
ve bu nedenle esere Doğuluların Meseleleri (el-Mebahis ul-Maşrıkiyye) adını
vermiş olabileceğini söylemektedir. [29]
Ancak yaptığımız
araştırmaya göre, bu tanımın kullanılması ilk olarak İskenderiye Akademisi´nde
Hıristiyan filozof Uriğenis’e (Origenes/185-254) kadar gider. Uriğenis, İncil
için yazdığı açıklamaya İşraki Açıklama adını vermiştir. Çünkü
bu açıklamada tanrısal Nur’a, İşraka, güç ve gizeme güvenmeye çağırır. Bunun
felsefi tanımı ise, el-Hikmet ul-İşrakiyye olarak
tanımlanmıştır.[30] Uriğenis,
Mesih’in Tanrı’nın doğal oğlu olmadığı sadece Tanrı’ya yakınlığı nedeniyle
derece ve düzey bakımından oğul olduğunu iddia etmiştir. Tanrı’nın İlk Akıl
olduğunu iddia eden Uriğenis, Mesih’in ona en yakın akıl olduğunu söylemiştir.
Bu anlamda Tanrı ve sözü, ikisi de ezelidir. Uriğenis’in bu görüşleri daha
sonra İskenderiye’li Ariyus ve Nastur tarafından daha sistemli hale getirildi.
Nastur, yorumlarında daha akılcı ve daha cesur olduğu için düşünceleri daha
çabuk yayılma olanağı buldu. Nasturilik inancı bu anlamda felsefi Hıristiyanlık
için bir temel oldu. Yakubiler ise, yorumlarında tutucu ve muhafazakardı. Akıl
ile çatışan dogmaları yorumlamada çekingen davrandılar. Bu nedenle Yakubilik,
felsefi Hıristiyanlığın karşısında daha çok kilise Hıristiyanlığına temel
oluşturdu.[31]
Hıristiyanlıktaki
hypostaslar inancı (vücud, ilim ve hayat) bu biçimiyle Yeni-Platonculuğun Bir,
Akıl ve Alemin Nefsi üçlüsünden etkilenerek yeniden yorumlandı. Yakubilere
göre, üç hypostas ayrı ayrı şeylerdir. Çünkü ilim ve hayat, vücuttan başka
şeylerdir. Yakubiler´in bu inancı daha sonra ilerleyen dönemlerde materyalist
görüşe kaymıştır, zira İsa’nın bedeninin tanrılığını iddia etmişlerdir.
Nasturiler’e göre ise, ilim vücuttan ayrı bir şey olmadığı gibi hayat da ondan
başka şey değildir. Akılcı bir yorumu benimseyen Nasturiler, dünyanın aslının
“birlik” olduğunu veya “Tanrı’nın birliği” temeline dayandığını kabul
etmişlerdir.
Nasturiler, dünyadaki
birlik gibi, felsefe ve dini uzlaştırma çabası güdüyorlardı. Ancak Yakubiler,
kilise gerçeklerinin felsefi gerçeklerden daha üstün olduğunu iddia ediyorlar
ve ikisinin iki ayrı disiplin olduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle Nasturiler
felsefi, Yakubiler ise dini bir kimliğe bürünmüşlerdir. Nasturiler’in İslam
memleketlerindeki merkezi Bağdat’tı. Nasturiler’e göre hypostaslar ibarede üç
olsa da gerçekte birdirler. Vücut, bir cevherdir ve tektir, çokluk kabul etmez.
İlim ve hayat sonunda vücudun yetkinliklerinden öteye geçmez. Nasturiler’in bu
inancı Mutezile düşüncesini etkilerken, Yakubiler’in düşüncesi de
yetkinliklerin zattan ayrı olduğunu iddia eden Sıffatiyye mezhebini etkilemişe
benziyor.[32]
Nasturi ayrılığından
sonra Hıristiyanlık dünyasında yaşanan ayrılık nedeniyle Süryaniler, Doğu
Süryanileri ve Batı Süryanileri olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Doğu
Süryanileri daha çok Pers ülkesi sınırında veya içlerinde yaşamış, Batı
Süryanileri ise daha çok Doğu Roma İmparatorluğu sınırlarında yaşamışlardır. Bu
iki ekol de Aristoteles felsefesini epistemolojik malzeme olarak
kullanmışlardır. Ama Nasturilik düşüncelerini göç ettikleri Pers topraklarında
yerleşik olan Mistik inançlarla da zenginleştirmiş ve doğu kültürü ile
Aristoteles felsefesini uzlaştırmaya çalışan bir ekole bürünmüştü. Yakubiler
ise, Aristotelesçiliği daha çok Platoncu bir tarzda okuyor ve felsefeye dini
inançlarını destekleyen malzemeler gözüyle bakıyorlardı.
Nasturilik inancının daha önce İskenderiye
akademisinde tanımlanan İşraki bir yol izlediği aşikardır. Gerek kristolojik
tartışmalarda gerek felsefi sorunlarda Aristoteles’i Yeni-Platoncu bir tarzda
okuyan bu çizgi, Urfa, Nusaybin, Rasül-Ayn ve Kınnişrin akademilerinde
temellerini sağlamlaştırıp olgunlaştıktan ve kurumlarını güçlendirdikten sonra
İbas’ın Nasturi [bilim adamları] göçünü başlatmasıyla Gundi-Şapur’a kadar
uzanmıştır. Abbasiler döneminde Gundi-Şapur’dan Bağdat’a taşınan bu düşünce
bağlıları, Bağdat akademisinde Yuhanna Bar-Maseveyh’nin başkanlığını yaptığı
Bağdat Akademisi´nde toplandılar. Öte yandan Yakubilik Antakya ve Harran akademilerinde
muhafazakâr çizgisini koruyarak önceki ekol gibi Bağdat’a uzanmıştır. İşte
İslam felsefesinin canlanması döneminde, Maşrıkiler ve Mağrıbiler ayırımının
temelinde Doğu Süryanileri ve Batı Süryanileri ayırımı vardır. Şimdi aşağıdaki
haritayı inceleyerek maşrıki ve mağrıbi ayırımının temel kültürel merkezlerini
ve Harran akademisinin konumunu görelim:
Haritada da görüldüğü gibi felsefenin İşraki tarzı
Atina’dan İskenderiye’ye taşınmış, burada Süryaniler aracılığıyla Antakya’ya
intikal etmiştir. Ama burada Yakubiler aracılığıyla bu düşünce tarzı mağrıbi
bir kalıp içine girmiştir. Harran’dan Bağdat’a taşınan bu felsefe muhtemelen
Tikrit üzerinden taşınmıştır. Yani Harran iddia edilenin aksine Maşrıki
(Nasturi) felsefenin merkezi değil Mağrıbi (Yakubi) düşüncenin duraklarından
biridir. İşte burada söylemek lazım gelir ki, maşrıki düşüncenin merkezi
Gundi-Şapur’dur. Çünkü Cündişapur haritada da görüldüğü gibi Antakya’dan
mağrıbi düşüncesini hem doğrudan hem de Urfa ve Nusaybin akademisi üzerinden biçimde
dolaylı balmış, üstelik bu düşüncelerin kökenlerini de Atina’dan almıştır. Bu
felsefelere Hindistan ve Çin mistik düşünceleri de eklenince eklektik ve
hermetik düşüncelere merkezlik yapmıştır. Cündişapur bütün bu birikimiyle
Bağdat’a taşınacak ve Maşrıki felsefenin İslam dünyasında canlanmasına sebep
olacaktır. Bu tespitten sonra artık Nasturi ibaresini kullandığımız her yerde
maksadımızın Maşrıki düşünce ve Yakubi ibaresini de kullandığımız her yerde
maksadımızın Mağrıbi düşünce olduğu aşikardır.
Bağdat akademisinde yetişen Nasturi
bilimadamları: Yahya (Yuhanna) el-Batriq (815) (Nasturi), Qusta Bar-Luqa
(820-900) (Nasturi), Huneyn Bar- Ishak (810-875) ve oğlu İshak Bar-Huneyn (911)
(ikisi de Nasturi), Matta Bar-Yunus (940) (Nasturi) gibi bilim adamlarıdır.
Burada bir istisna olarak Yakubi Humuslu Bar-Naima (835) da bu akademide
yetişen bilim adamları arasındadır. Dikkat edilirse, bu düşünürlerin hepsi -
bir istisna dışında - Nasturidir.
Yakubiler ise daha çok Tikrit merkezinde
yetişiyorlardı. Ama onlar da daha sonra Bağdat’a gelerek ekollerini korumak
kaydıyla çeviri etkinliklerinde bulunmuşlardır. Tikrit’in Yakubiler’in merkezi
olması gayet doğaldır. Zira, İ.S. 6. yüzyıldan beri Tikrit kilise tarihi
açısından kültürel ve dinsel öneme sahip olmuştur. Dini açıdan önemli olmasının
nedeni, Doğu Süryani Kilisesinin merkezi olmasıdır. Kültürel açıdan önemli
olmasının nedeni de 9. yüzyıldan 12. yüzyıla kadar felsefi düşünce
merkezlerinden biri olmasındandır.[33] Bu
tarihlerde Tikrit bilginleri arasında bulunan Süryani filozoflar şunlardır:
Yahya Bar-‘Adi (896-974) (Yakubi), Bar-Zur’a (331-398) (Yakubi), Bar-Hammar
(942-1017) (Yakubi), Tikritli Ebu Rayta, (Yakubi), Tikritli Yahya Bar-Cerir
(Yakubi) ve Tikritli Ebu Sa’d Fazıl (Yakubi) gibi bilginler. Bu ekolde yetişen
bilimadamlarının hepsinin Yakubi olması iddiamızı güçlendirmektedir.
Sonuç olarak, İbn Sina’nın literatüründe ki Maşrıkilik
Doğu Süryanileri´nin İslam felsefesindeki etkileri için kullanılıyorken,
Mağribilik ise, Batı Süryanileri´nin İslam düşüncesindeki
karşılığıdır. Başka bir tanımla söylemek gerekirse, Maşrıkiler:
Uriğenis, Yahya en-Nahvi, İskender Afrodisi, Ariyus ve Nastur’un çizgisini devam
ettiren Yahya (Yuhanna) el-Batriq, Qusta Bar-Luqa, Huneyn Bar-Ishak, İshak
Bar-Huneyn, Matta Bar-Yunus ve Humuslu Bar-Naima gibi
filozoflardır. Onlardan etkilenen Kindi, Farabi ve İbn
Sina da Maşrıki sayılmalıdır. Mağrıbiler ise, Yahya Bar-‘Adi, Yakubi
Bar-Zur’a, Bar-Hammar, Tikritli Ebu Rayta, Tikritli Yahya Bar-Cerir ve Tikritli
Ebu Sa’d Fazıl gibi filozoflardır. Özellikle bazı Mutezile Kelamcıları
Yakubiler´in etkisinde kalmışlardır. Yakubiler´in etkisini Kelam Felsefesi ile
ilgili bir çok sorunda Abdul-Kerim Şehristani ve Mutezile bilginleriden Kadı
Abdul-Cabbar´ın eserlerinde açıkça görmek olanaklıdır.
KAYNAKÇA
A.I.Sabra, “Thabit ibn Qurra On The İnfinite and Other
Puzzles”, Zeıtschrıft Für Geschıchte Der Arabısch-Islamıschen
Wıssenschaften, Band 11, 1997
Abdulvahhab Fadıl, “Harran Ve
Medresetuha”, Beyne’n-Nahrayn, sayı:39-40, 1982
Adudu’d-Din el-İci, el-Mevakıf fi
İlmi’l-Kelam, Alemu’l-kütüb, Beyrut, tsz
Fahreddin Razi, el-Mebahisu’l-Maşrikiyye, Daru’l-kitabu’l-arabiyya,
Beyrut,1990
Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Devirlerinde
Tercümenin Rolü, , Ülken Yay., İst., 1997
İbn Ebi Useybia, Uyunu’l-Enba Fi-
Tabakati’l-Etibba, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut,1998
İbn Rüşd, Tehafut et-Tehafut, Bouyges
neşri, Daru’l-Maşrık, Beyrut, 1986
İbn Sina, en-Necat Fi’l-Mantık Ve’l-İlahiyat,
Daru’l-Cil, Beyrut, 1992
İbn Sina, Mubahesat, İntişarat-ı
Bidar, Kum, 1413 K
İshak Sâkâ, es-Suryan (İman ve Hadare),
C.3, Halep
Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, çev:
Kasım Turhan, iklim Yay., İst., 1992
Muhmammed A. Alhamad, Devru’s-Suryan
Fi’l-Ulumi’l-Arabiyya, Daru’r-Ruha, Halep,2002
Muhammed Âbid el-Cabiri, Felsefi Mirasımız Ve Biz,
Kitabevi Yay., İst., 2000
Abdurrahman Bedevi, Aristo İnde’l-Arab,
Mektebetu’n-Nehdetu’l-Mısriyya, Kahire
Muhammed el-Behiy, İslam Düşüncesinin İlahi
Yönü, çev: Sabri Hizmetli, Fecr Yay., Ank.,1992
Muhammed Salih Zerkan, Fahreddin
Razi Ve Arauhu el-Kelamiyye Ve’l-Felsefiyye, Daru’l-Fikr, Beyrut, tsz,
Said Şirazi, “Sabit Bin Kurra” İdem dergisi,
sayı:5, İst., 2003
Samir Halil, “Fi Siyreti Teodoros Ebi Qurra Ve
Asarihi”, Maşrik, 1999
Sinan b. Sabit. Qurra el-Harrani, Siyasetu’n-Nufûs,
Matbaatu’l-İslamiyya, Kahire
Teodor Ebu Qurra, Fi Vucudi’l-Halik
Ve’d-Dini’l-Kayyim, nşr: Lewis Şeyho, Maşrık, sayı:11,1912.
Yuhanna Kumeyr, İslam Felsefesinin Kaynakları,
çev: Fahreddin Olguner, Dergah yay., İst., 1992
[1] Bu makale 28-30 tarihinde
Şanlıurfa’da gerçekleştirilen “I. Uluslararası Katılımlı Bilim Din Ve Felsefe
Tarihinde Harran Okulu Sempozyumu”nda tebliğ olarak sunulmuş ve basılmıştır.
[2]Muhammed A. Alhamad, Devru
es-Suryan Fil-Ulum el-Arabiyya, Darur-Ruha, Halep, 2002, s. 62
[3] Abdulvahhab Fadıl, “Harran Ve
Medresetuha”, Beyne’n-Nahrayn, sayı:39-40, 1982, ss. 233-239
[4] Muhammed A. Alhamad, Age., ss.
69-72
[5] Muhammed A. Alhamad, Age., s.
62
[6] Yuhanna Kumeyr, İslam
Felsefesinin Kaynakları, çev: Fahreddin Olguner, Dergah yay., İst.,
1992
s. 131
[7] Muhammed A. Alhamad, Age., ss.
74-75
[8] Bu geçişin nasıl
gerçekleştiğini İbn Ebi Useybia’dan naklen Fârâbi’den öğreniyoruz:
“Ta’lim,
İskenderiye’den Antakya’ya geçti. Orada tek bir adam kalıncaya kadar devam
etti. Bu adamdan başka iki adam bu ta’limi aldılar ve beraberlerinde kitaplar
olarak oradan çıktılar. Onlar da birisi Harran’lı diğeri de Merv’li idi.
Merv’li olandan iki adam ders aldı. Birisi, İbrahim el-Mervezi diğeri de
Yuhanna b. Haylan idi. Harran’lı olandan Papa İsrail ve Kuveyri ders aldı.
İkisi de Bağdat’a gittiler. İsrail ve Yuhanna b. Haylan din işleriyle, Kuveyri
ise eğitim işleriyle uğraştılar. İbrahim el-Mervezi ise, Bağdat’a gitti ve
oraya yerleşti. Mervezi’den Matta b.Yunan ders aldı.” Fârâbi, Yuhanna b.
Haylan’dan “Kitabu’l-Burhan” ın sonuna kadar ders aldığını
söyler. (İbn Ebi Useybia, Uyunu’l-Enba Fi- Tabakati’l-Etibba,
Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut,1998 , ss. 558-559)
[9] Hilmi Ziya Ülken, Uyanış
Devirlerinde Tercümenin Rolü, , Ülken Yay., İst., 1997, s. 82
[10] Muhammed A. Alhamad, Age., ss.
80-81
[11] Yuhanna Kumeyr, Age., s. 131
[12] Macit Fahri, İslam Felsefesi
Tarihi, çev: Kasım Turhan, İklim Yay., İst., 1992, s. 45
[13] Samir Halil, “Fi Siyreti
Teodoros Ebi Qurra ve Asarihi”, Maşrik, 1999, ss. 417-433
[14] Teodor Ebu Qurra, Fi
Vucudi’l-Halik Ve’d-Dini’l-Kayyim, nşr: Lewis Şeyho, Maşrık, 1912. sayı:11,
s.760
[15] Teodor Ebu Qurra, age, s.761
[16] Teodor Ebu Qurra, age, ss.
762-763
[17] Muhammed A. Alhamad, Age., s.
87
[18] Said Şirazi, “Sabit Bin Kurra”
İdem Dergisi, sayı: 5, İst., 2003, s. 35
[19] Agm., ss. 36-37
[20] Muhammed A. Alhamad, Age., s.
105
[21] A.I. Sabra, “Thabit ibn
Qurra On The İnfinite and Other Puzzles”, Zeitschrift Für Geschichte
Der Arabisch-İslamischen Wissenschaften, Band 11, 1997, s. 6
[22] İbn Sina, en-Necat
Fi el-Mantık ve el-İlahiyat, Dar ul-Cil, Beyrut, 1992, C. 2, s. 165;
Fahreddin Razi, el-Mebahis ul-Maşrikiyye, Dar ul- Kitab
ul-Arabiyya, Beyrut, 1990, s. 66-88; Adud ud-Din el-İci, el-Mevakıf fi
İlm il-Kelam, Alem ul-Kütüb, Beyrut, s. 198
[23] Muhammed A. Alhamad,
Age., s. 93
[24] Sinan b. Sabit. Qurra
el-Harrani, Siyaset un-Nufûs, Matbaat ul- İslamiyya, Kahire,
1992, ss. 49-66
[25] İbn Rüşd, Tehafut
et-Tehafut, Bouyges yayını, Dar ul-Maşrık, Beyrut, 1986, s. 421
[26] İbn Sina, Mubahasat,
İntişarat-ı Bidar, Kum, 1413 K ss. 121-122
[27] Abdurrahman Bedevi, Aristo
İnd el-Arab, Mektebet un-Nahdat ul-Mısriyya, Kahire, ss. 38-43
[28] Muhammed Abid el-Cabiri, Felsefi
Mirasımız ve Biz, Kitabevi Yay., İst., 2000, ss. 165-167
[29] Muhammed Salih Zerkan, Fahreddin
Razi ve Arauhu el-Kelamiyye ve el-Felsefiyye, Dar ul-Fikir, Beyrut, s.88
[30] Muhammed el-Behiy, İslam
Dü üncesinin İlahi Yönü, çev: Sabri Hizmetli, Fecr Yay., Ank., 1992,
87
[31] Muhammed el-Behiy, Age.,
s. 92
[32] Muhammed el-Behiy, Age., ss.
99-101
[33] İshak Sâkâ, Suryan (İman
ve Hadare), C.3, Halep, s.438
Tümünü Görüntüle